15 Haziran 2012 Cuma


High School of The Dead

Ya da High School of The Boobs

Madem anime seviyorum madem zombi seviyorum e ben bu diziyi seyrederim dedim. İyi de oldu vakit geçti falan. 

Şöyle bir konusu var. Çocuklar bir gün okuldayken bir “zombi apocalypse” yaşanır. Okuldan çıkıp güvenli bir yerlere ulaşmaya çalışan iki erkek ve dört hanım kızımız bir yandan zombilerden kaçar, bir yandan zombileri avlar, bir yandan da kendi bedenlerini sergileyip animeye biraz daha görsellik katarlar. Yani korku ve ecchi tarzında bir yapım. 

Şimdi en nihayetinde dünyanın sonu gelmiş. Herkesler zombi olmuş. Artık bir toplum olmadığına göre toplumun koyduğu ahlak kurallarına da pek gerek kalmamıştır tabi.
Bu yüzden bizim gençler biraz serbestleşmiştir. Giyimleri kuşamları biraz açıktır. Tabi sonuçta Japonlar yapmış, hikâyenin nasıl bir yapıda olduğunu az çok tahmin edersiniz. 

Genelde zombiler dünyayı istila edince insanlar pek bir şaşkın olurlar. Bizim çocuklar akıllı, zamanında izledikleri zombi filmlerinden ders çıkartmışlar. Isırılınca zombi olacaklarını falan biliyorlar, kafaya nişan alıyorlar falan.

Eğlenceli bir yapım. Arada acaba ne olacak diye gerilmiyor değilsiniz. Psikopata da bağlamıyor dizi çok şükür. Gençlik dizisi gibi bir şey. Zombileri öldüren iri göğüslü kızlar anlatılıyor işte. Japon yapmış.

13 Haziran 2012 Çarşamba


Sineklerin Tanrısı



William Golding'in yazdığı kendini roman zanneden dünya simülasyonu...
Bence spoiler yok ama kitabı daha okumadıysanız bundan sonra yazılanları da okumanızı tavsiye etmem zira bir şekilde kitap keyfinizi bozmak istemem.
Başlangıçta kitap bir çocuk kitabıdır. 20 kadar çocuk ki hiç bir zaman tam sayıyı öğrenemiyoruz ıssız bir adaya düşer. Kitap liderlik ve zekanın karşılaşmasıyla başlar zamanla diğer çocuklar gelir, güç dengeleri oluşur, ufak çapta bir demokrasi bile kurulur. Fakat zamanla sürekli çekişmekte olan bu dengeler bozulmaya başlar. Adadaki demokrasi git gide zarar görür.


Okudukça kitap herkes gibi bana da Hitler Almanyası’nı hatırlattı. Sonuçta Hitler de demokratik yollarla seçilmişti. hata yaptığını pek az insan görüyor ve bunu söylediği halde yaşamaya devam edebiliyordu.
Aynı şekilde Hitler de üniformalarla, bayraklarla ve şölenlerle iktidarı ele geçirmişti. Kitapta ise aynı olayları fazlasıyla abartılmış olan bir oyunun çerçevesinde görüyoruz.
Hem ayrıca bu sosyopsikolojik olarak da aynen böyle olmaz mı? Dünyanın her yerinde aşırı uçlar her şekilde daha rahat propagandası yapıldığı için daha çabuk yayılmaz mı ya da daha fanatik hayranları olmaz mı?

Siz hiç elinde molotof kokteyli olan bir sosyal demokrat ya da bir liberal gördünüz mü?
 Her şekilde komünizm, faşizm ve en cafcaflısından militarizm daha büyük kitlelere hitap eder. Bir fanatizm yaratır, daha çok taraftarı olur.

Örneğin Cem Uzan bile marşlarla popülist milliyetçilikle sadece üç ayda yüzde yedi buçuk oy almamış mıydı?
Seçimler de böyle değil midir hem? Kimin astığı bayrak daha çoksa onun seçimleri kazanma olasılığı daha çok değil midir?

Dünya da aynen bu ıssız ada gibi.

İnsanlar aklın sesini dinlemek yerine kendilerini marşların ritmine kaptırıyor.

Another: merak uyandıran bir anime 

Another korku-gerilim tarzında değişik bir anime.

Hikayesi alengirli yollardan ilerliyor, ayrıntılı bir yapısı var. Aynı isimli kitaptan uyarlama zaten o yüzden bu konu bu kadar güzel işlenmiş. (genellikle öyle oluyor değil mi kitaptan uyarlanan filmler daha bir güzel oluyor sanki).
Her neyse. Hikaye bir okulda geçiyor. Tahmin edebileceğiniz gibi kısa etekli liseli kızlar falan da var. Anime sonuçta.

Okulun son sınıflarından birinde zamanında bir çocuk ölmüş ve sınıf lanetlenmiş. O günden sonra her sene o sınıftan pek çok kişi feci şekillerde can vermiş. Daha da ayrıntısını izleyip de görün artık.
Esas oğlan Koichi, bu okula nakil gelmiş. Yeni sınıfında bir türlü çözemediği gizemli bir hava var tabi. Ne bilsin başına gelecekleri. 

Örneğin Mei adlı göz bandı takan bir kız var. İlerleyen bölümlerde bu kız hayalet midir nedir, iyi midir kötü müdür diye epey kafa yoracağız.
Her neyse bu ikisi arasında bir elektriklenme de var gibi. Fakat esas hikaye aşk-sevgi üzerinden gitmiyor tabi:
Sınıftaki veletler sırayla ölüyor…  

Neden ölüyorlar, nasıl ölüyorlar derken anime de akıp gidiyor.
Tabi ölümleri açıklamak da ayrı bir gizem. Ölümlerin önüne geçilebilecek mi, ya da nasıl geçilecek.
Öyle beni korkutmadı daha çok meraklandırdı. Acaba bu o mu? Yoksa böyle mi? Kafamda değişik olası senaryolar.
Beğendim kısacası. Bir tek açılış müziği kulağımı çok tırmaladı o kadar. O kısımları da atladım hep. Siz de protesto edip atlayın adam gibi yapsınlar.

8 Haziran 2012 Cuma


Death Note (öldürmek güzeldir)

Ben şahsen mangasını okudum. Animesi hakkında pek bir fikrim yok. Lakin mangası bu kadar iyiyse animesi uçuyordur kesin.
Olay ne enteresandır ki Japonya’da geçiyor. Light adındaki kahramanımız bir gün okulunun bahçesinde siyah kapaklı bir defter fark eder. Sonra gider bakar “aaa Death Note”…
Death Note kitapçığının içinde bir de kullanım kılavuzu vardır. Light okuyunca anlar ki bu deftere birisinin adını yazınca adı yazılan kişi istenilen şekilde ölebiliyor.

Animesini izleyen bir arkadaşım ısrarla tavsiye etmişti dizisini. Hikayesini de böyle anlatmıştı. Bu üç sene önceydi ve konu öyle anlatılınca hiç ilgimi çekmemişti.
İşte işin aslı öyle değil. Mangası bile beni kaç gece uykusuz bıraktı.
Bu ne heyecan arkadaş!
Ha yakalandı ha yakalanacak, ha öldü ha ölecek, nasıl ölecek, kurtulacak mı?
Ayrıca hikaye çok güzel, çok ince örülmüş. Tam tempo düşecek diye beklerken bir karakter ekleniyor ya da ölüyor, hikaye başka boyut kazanıyor, onca şeye rağmen saçmalanmıyor da. 

Hikayenin en ilgi çekici tarafı zeka oyunları tabi. “L” kod adlı bir polis Light’ın peşinde. Zeka savaşı veren bu ikilinin konuşmaları, hareketleri tamamen bir satranç oyunu gibi. Hemen her mimikte bile bir şey saklanıyor.
Tabi aşk da var. Bilindiği gibi “Japonya’da kızlar teklif ediyor” (!). Light’a çok aşık bir hanım kızımız da var. Adı da çok sevimli: Misa! Çok güzel, çok muhabbet, deli gibi aşık falan… bu tanışıklık hakkında pek bir şey yazmak istemiyorum. Spoiler vermek istemiyorum hiç. Tek bilmeniz gereken bu ikilinin arasındaki aşkın hikayeye bir boyu t daha eklemesi ve hikayeyi dah da ilginçleştirmesi.

Neyse özün özü okur musunuz, izler misiniz, bilmem ama “Death Note”u gözden kaçırmayın derim. Anime ya da manga sevip sevmemeniz de o kadar mühim değil, bir laf dinleyin…   


BEING THERE

Bir ikileme düşebilirsiniz: film ya da kitap... Sonuçta ikisi de aynı hikayeyi anlatıyor fakat tercihinizi sadece bir tanesinden yana kullanmak isteyebilirsiniz.
Benim tercihim filmden yana oldu. Neden ama?

Kitabı yazan Jerzy Kosinski: aşmış bir yazar, senaryolaştıran kim? o da Jerzy Kosinski. Yani kitapla filmin en mümkün şekilde birbirlerine uyumlu olacağına dair bir şüphemiz yok.
fakat filmin bir artısı var: Peter Sellers. Başrol karakterimiz “chance” yani. Kitapta Peter Sellers yok (Shirley Maclaine hiç yok). Peter Sellers 'ın oyunculuğunu görüp hayran kalmamak elde değil. Filmin sonunda çekim hataları vardı ve işte orada Peter Sellers 'ı upuzun bir repliği söyleyemediği için gülerken görünceye kadar Chance'ın gerçekten var olduğunu düşünüyor insan. Bu oyunculuğun tarifi yok. Maalesef ki bu film onun son filmlerinden olmuş. Film çekilmiş ertesi sene Peter Sellers ölmüş. Bu arada Melvyn Douglas hasta yaşlı ve zengin adam rolüyle en iyi yardımcı erkek oyuncu Oscar'ını almış... ve iki sene sonra o da ölmüş...

Filmin konusuna burası dahil pek çok yerden ulaşabilirsiniz ben yine de bir özet geçeyim: Chance dünyayla tek ilişkisi televizyon olan gerizekalı bir bahçıvandır (gerizekalı hakaret değil gerçek anlamında kullanıldı burada). Yanında çalıştığı adam ölünce yıllar sonra dışarı çıkmış ve hayatla tanışmıştır. (ben şahsen evden çıkış sahnesinde sudan çıkmış balık hissiyatını yaşamadım desem yalan olur). Bir de bir bahçıvana göre fazlasıyla şıktır. Efendisinin kıyafetlerini giymiştir. Bir de çok az konuşur, seyirci bu az konuşmanın nedeninin gerizekalılık olduğunu bilirken onunla karşılaşan insanlar onun az ama öz konuştuğunu sanıp zekasına hayran kalırlar... ve evet olaylar gelişir...

 STAR WARS EMPİRE STRİKES BACK





Star Wars serisinin -bence de- en iyi filmidir.

İlk filmden daha güzel olmasının tek nedeni vardır o da ilk filmin gişe başarısından sonra yapımcıların George Lucas'a daha çok para vermeleri ve filmin daha bir "bi şey"e benzemesidir.
Örneğin filmin Dagobah siteminde geçen sahneleri için Hollywood’daki stüdyolar yetmeyip ingiltere'deki stüdyolara taşınılmış, dev bir havuz kurulmuş, havuz itinayla börtü böcekle doldurulmuş, ağaç vs dikilmiş ve hatta Mark Hamill'i çekimler sırasında filmde "oynayan" bir yılan bile ısırmıştır (cidden).
Ayrıca Yoda da bir kuklaya benzemesin diye inanılmaz itina gösterilmiştir.

Son filmden daha güzel olmasının nedeni de ilk dakikadan son dakikaya kadar hiç kopmadan ilerleyen ve tamamen aksiyona dayalı bir senaryoya sahip olmasıdır. daha ilk dakikalarda bir savaşa tanık oluruz, kim kime aşık soruları cevaplanır, bazı ilişkiler keşfedilir, yeni karakterler filme renk katar (lando calrissian ve yoda gibi). son filmin en önemli yerleri artık hep merak ettiğimiz karakterlerin yüzlerini görmemizdir (misal: darth vader ve imparator darth sidious)

Ayrıca en sağlam replikler de bu filmdedir ya da ilk üçlemenin en dumur edici sahnesi olan Darth Vader ile Luke'un düello sahnesi bu filmdedir. ayrıca tarihe kazınan en sağlam aşk sözcükleri de bu filmde geçmektedir:
"- i love you
- i know"
vay be!!!
Ki bu sahne için defalarca çekim yapılmış ve artık set fenalık geçirip Harrison Ford’a ne söylersen kabulümüzdür denmiştir. halbuki senaryoda karşılıklı bir iloveyoulaşma görülmekte imiş. Bir de tabi üçüncü filmde bu sahneye de bir gönderme yok değil. Tabi bir de bu filmde arkadaşlıklar daha bir pekiştiği için aralara espriler de serpiştirilmiştir yani bu sefer sadece iki robot değil, ana karakterler de espri yeteneklerini sunabilmektedir.

Felsefi açıdan daha bir zayıf kalmakla beraber (hoş en sağlam felsefe ikinci üçlemede şimdi onların da hali ortadaydı maalesef) Star Wars felsefesinin ya da "jedi'lık nedir ne değildir"in -ilk kez duymasak da- çıktığı yer de aslen bu filmdir.

Film Star Wars fanlarını gerçekten bir yıldız savaşları olgusuna itmektedir. Lightsaber düellolarına, bol bol lazer ışınlarına rastlanır ve bir de ayrıca han solo'nun ilk filmde övünüp de bizim bir türlü göremediğimiz pilotluk numaraları da bu filmde bol bol görülür.
Kafka'dan Şato ya da DAS SCHLOSS 


Tam bir bürokrasi gerilimidir.

Bildiğiniz gerildim efendim. Yetki sınırları belirgin olmayan bürokratlar, memurlar, kağıt yığınları, koyunlaşan zavallı insanlar... Distopya gibi bir şey.
Okurken; sıkıldım, bunaldım ve üstelik kitabın da amacı sanki bu. Aslında başlarda çok da sıkılmamıştım sonrasında gelen sıkıntı ise kitaptan değil daha çok benden kaynaklanmıştı ama şunu da ekleyeyim: bir bölümde bir memur, K'ya işini anlatırken k uyuyakalmıştı. İşte bu bilinçli bir sıkıntı sanki.

Kafka’nın da amacı sonuçta buymuş yani: "bürokrasiye sövgü". bu bürokrasi gerilimi uzun diyaloglarla (hatta bazen okuyucu diyalog olduğunu unutup monolog bile sanıyor), bitmek bilmeyen bir kitapla gayet canlı bir biçimde aktarılmış.
Bir de bu gerilim, bu belirsizlik kitabın pek çok yerinde değişik değişik karşımıza çıkıyor. sisli, karlı hava, birbirine benzeyen insanlar... Kitap canlı derken bunu diyorum. Hareket ediyor alenen.

Tek sorun bir finali olmaması. ben "K acaba nası ölecek?" diye beklerken.... Kitap bitmedi. Ama bitmemesi, bitirilememesi kitaba apayrı bir hava katmış. Bürokrasinin açık ucu gibi öylece kalmış.

"Dava" kitabının öncesini anlatıyor mu gerçekten? Bu konuda bir şey dememeliyim. Aynı bürokrasi orada da var. Aynı gerilimi (bu sefer daha heyecanlısını) orada da görüyoruz. Ana karakter de aynı isimde. ama bence farklı iki kitap. Belki şato bir sona ulaşsaydı bir bağlantıları olabilirdi. Ama bu durumdayken sadece benzerliklerden yola çıkarak biri diğerinin devamıdır demek ne kadar doğru olur ki? (ha bu konuda yazılı bir belge falan varsa da bilemem, benim anladığım kadarıyla ikisi farklı dünyaların kitaplarıdır)

Bir de Haneke bu kitabın filmini de çekmiştir. Harddiskimde aylarca durmuştur. Bir önyargı buhranı esnasında: shift+del...

Ne La Bu Game Of Thrones?



Şu sıralar Game Of Thrones dizisini yere göğe sığdıramıyoruz. 

Harbi güzel dizi ama. Entrika, kan, savaş, sex hepsi bu dizide.

Tekmili birden 2. sezon 10 bölüm bitti bile!
Kaptırıyor da insan. Hepimiz birer Stark olmuşuz, Joffrey’i sıkıştırsak kıracağız ağzını burnunu. Hayır o da ne göt herif afedersiniz. Tipinde meymenet yok. Demek ki Joffrey’i oynayan velet iyi oyuncuymuş. Yarın öbür gün sokakta falan görürseniz çocukcağızı böyle hatırlayın da tepelemeyin.
Piyasada okunamayacak sayıda fantastik kitap var. Pek azı sayfalardan kurtulup film ya da dizi oldu. Hatta bir Lord Of The Rings’in filmi tuttu başka da ortada aman aman bir yapım yok.
Game Of Thrones dizisi bu boşluğu dolduruyor.
Hem fantastik, hem ekrana uyarlanabilir cinsten.
Öyle çok fazla orktur, elftir, troldür, ejderhadır yok.
Bildiğimiz düz insanlar, fantastik öğeler ise çok kuzeyde “duvar”ın ardında.
Tabi bu da diziyi daha akla yatar kılıyor.
Zaten adı üstünde “taht oyunları” merkezde. Ejderhalar, duvar falan ikinci planda. Önemli olan entrikalar, hırslar, hesaplar. İki kılıç şakırtısı da duyduk mu zaten keyfimize diyecek yok…
İzleyenler için hatırlatma, izlemeyenler için tanıtım amacıyla Game Of Thrones dünyasındaki ailelerden de bahsedeyim biraz.
Pek çok kişi Starkçı ama ben ejder kanından gelen Targaryenler’i daha bir seviyorum. Ortada bir taht varsa bunu en çok hak edenler Targaryenler’dir bence. Daenerys Targaryen çok hoş bir hatun ve sülalede yaşayan son kişi. Taht için acaip hırs yapmış durumda. Bazı dezavantajları var tabi örneğin bir ordusu yok ya da taht ile arasında kocaman bir deniz var. Tabi avantajları da yok değil. Kader en çok ona kazık attı ama talih de en çok ona güldü.
Bir de kuzeyin kurtları Starklar var tabi. Bu ailenin de başına gelmeyen kalmadı. Westeros’un dört bir yanına dağıldı aile. Robb Stark tahtın adaylarından, kız kardeş Sansa King’s Landing’de esir hayatı yaşıyor, Arya bacak kadar boyuyla bir o yanda bir bu yanda… Starklar talihsiz bir aile ama Game Of Thrones serisi iyi biterse bu aileden bir kral çıkar, na buraya yazıyorum.

Bir de dölleri kuruyasıca Lannister’lar var. Para bende alemin kralı benim havası var bunlarda. Hepsi de sarı sarı kafalarıyla hemen kendilerini belli ediyor. Ailede elle tutulur bir adam var o da cüce Tyrion. Ailede fiziksel olarak bir onda eksiklik var lakin akıl sağlığı söz konusu olunca bir tek Tyrion tam.
Spoiler vermeden Game Of Thrones anca bu kadar yazılır. Tadında bırakmak lazım. Yine aklıma esince yazarım. Kitabı yerine televizyon dizisini tercih etmiştim. İkinci sezon bu sene bitti. Şimdilerde kaldığım yerden kitabıyla devam etme planım var. Seyrettiğim kadarı hoşuma gitti. Muhtemelen kitabı daha iyidir.

Stand Alone Complex


Ghost İn The Shell derinliği, kurgusu, senaryosu bilmemnesiyle çok şahane bir anime. Hatta o kadar güzel ki sadece dizisinin ilk sezonunu seyrettim, filmlerini ya da ikinci sezonunu kötü günler için sakladım.


Küçükken de böyleydim, önce patatesleri yerdim sonra köfteleri.
Neyse. Ne anlatıyor bu dizi?
Ghost in the Shell yani kabuk içindeki hayalet gibi bir şey. Diziyi anlatmak için en kolay yol zaten bu isim. Olası bir gelecekte geçen hikayede insanlar bazen organlarının bir kısmını bazen de bedenlerinin tamamını makineye çevirip android oluyorlar.
Ruh-beden ilişkisi bu noktada çok ilginç. Örneğin bedeni çok hasar görmüş birisi borç-harç taksitle falan yeni bir beden alıyor (gayet ciddiyim) sonra kablolarla bir çeşit ruh-hafıza transferi gerçekleştiriliyor.
İlla ki android olmak gerekmiyor tabi. Dini inançlarınızdan dolayı android olmamayı seçebiliyorsunuz mesela. Tabi güçlü androidler arasında çabuk yorulan, yaralanan, kolayca ölen bir insan olmak da kötü.
Tabi full+full makinalar da var. Tachikoma üniteleri de bunlardan biri. Çok sevimli bir ses tonuna sahip gayri ciddi savaş makinaları bunlar. Gelişmiş teknolojileri onları git gide insanlaştırmış gibi. Ruh-beden ilişkisi burada da gözümüze çarpıyor yine. 


Tabi hastalıkların önüne geçilmiş değil. Çaresi olmayan teknolojik hastalıklar da var. Hatta bu hastalıklarla ilgili bir bölüm de var ki en heyecanlı bölümlerden birisi de bu konuyu işleyenler.
Tabi bu kadar makineleşmenin de verdiği sorunlar yok değil. Örneğin hacklenebiliyorsunuz! İnsan hafızasının hacklenmesi bence dizideki en ilginç ayrıntı.


Kısacası Ghost İn The Shell sıra dışı bir felsefeye sahip olan, gerek görselliği gerek senaryosuyla çok özel bir anime.
Günü gelir bu seriden bir parça daha izlersem onu da yazarım. Şimdilik en spoilersız, en basit hali ile yazabileceğim yazı bu. İzleyin feyz alın işte…